6 Şubat 2016 Cumartesi

Kimmeryalı Conan, Batı uygarlığına karşı








        Üretilmesi aşamasında 20'ye yakın senarist ve çizerin çalıştığı Conan öyküleri çizgi romanlar içinde önemli bir yere sahip. İçerdiği tüm şiddet ve ölüm temalarına karşın Conan öyküleri örneğin "Rambo"dan farklı özellikler taşıyor. Conan öyküleri net bir görüntü sunuyor: Ya bilek gücü, şiddet ve kılıç ya da akıl ve sağduyu. Conan bir anlamda savaşın ve adam öldürmenin "uygarca" formlar altında onanmasına tepki.

    "...Şunu bilin ki prensim, kabaran okyanusların Atlantis'i ve onun kentlerini yutmasından sonra, dünyada o güne değin görülmemiş bir çağ başlamıştı. Aryas'ın oğullarının doğduğu bu çağda, dünya üzerindeki uygarlıklar, gökteki yıldızların mavi parıltıları kadar dağınık, fakat belirgindi. İşte bu sıralarda, Kimmeryalı Conan geldi. Çelik bilekli elinden kılıcını hiç bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit, tüm imparatorlukları sandallı ayağının altında çiğnemek istiyordu..."
    Bir Nemedya efsanesinden(!)


    Diyelim ki varlığı bugüne dek kanıtlanamamış olduğu için birtakım spekülasyonlara malzeme oluşturan ve jeologlarla tarihçilerin bir dönem epey başını ağrıtan efsanevî kayıp kıta Atlantis gerçekten vardı ve yine diyelim ki, iddia edildiği gibi bundan on beş bin yıl kadar önce bu görkemli uygarlığın kentleri yerkürenin bir cilvesiyle sulara gömülürken, vakit bulup da kaçmayı başarabilen kimi Atlantis sakinleri, kendilerinden fersah fersah geride olan ilkel eski dünya halklarının topraklarına (mesela Mezopotamya'ya) yerleştiler. Gizemli Atlantis bilim ve kültürünün, biraz aşınmayla da olsa ilkel göçebe kabilelere taşınmasını izleyen o bilinmeyen zamanlarda, acaba dünyanın görüntüsü neye benzerdi? Robert E.Howard; biraz para kazanma kaygısı, biraz da mitolojiye olan merakının etkisiyle bu sorunun yanıtını, otuzlu yıllarda kaleme aldığı "Barbar Conan" adlı fantastik romanıyla vermeyi denemiş: Akıl ile kılıcın, uygarlıkla barbarlığın, bilim ile boş inancın ve et ile çeliğin uzlaşmaz çelişkisinin tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı, alabildiğine acımasız bir çağın yaşandığı bir dünya modeli kurgulayan Howard, bu kurgunun merkezine de bir barbarı kahraman olarak yerleştirmiş: Kimmeryalı Conan.

    Yaklaşık altmış yıl önce Howard'ın kaleme aldığı romanın belli oranda ilgi görmesi, bir süre sonra Conan'ı kaçınılmaz olarak gelişen çizgi roman endüstrisinin içine sürüklemiş. Bugün Marvel Comics Group'un elindeki çizgi romanlar içindeki en popüler dizilerden birini oluşturan Conan, hayli kabarık bir yazar ve çizer grubunca tasarlanıp çiziliyor. Özellikle seksenli yılların ortalarında iyice popüler olan bu çizgi roman kahramanı, yönetmenliğini John Milius'un yaptığı, başrolünde de dünya vücut geliştirme şampiyonu Arnold Schwarzenegger'ın oynadığı filmle sinemaya aktarılmış, hatırı sayılır bir gişe hasılatı da yaratmıştı.

    Çizgi roman dergileri, öteden beri Türkiye'de de yaygın olarak okunuyor ve satılıyor. Bilindiği gibi bu dergilerin gerçek okuyucu sayısını ve gerçek satış rakamını net olarak bilebilmek pek mümkün değil. Bunun birinci nedeni, eski sayıların ve eski serüvenlerin sık sık yeni kapaklarla tekrar tekrar piyasaya sürülmesi; ikinci ve daha önemli nedeni de bu tür dergilerin satın almaktan çok, "arkadaşların kitaplığından ödünç almak" yoluyla edinilmesi. Yine de kabaca yapılacak bir gözlemle bile, uzunca bir süredir Marvel Comics lisansıyla Alfa Yayınları tarafından Türkiye'de yayımlanan Conan'ın; Zagor, Kızılmaske, Mandrake ve Mister No'nun saltanatlarını barbar akınları misali yıkıp en çok okunan çizgi roman dergisi haline geldiğini görmek mümkün. Değişik boyutlarda farklı diziler halinde yayımlanan Conan'ın bir özelliği daha var: Okurlarıyla hayli sıkı fıkı olan bir dergi aynı zamanda. Henüz "kemikleşmiş" bir dergi okuru kitlesinin belirmediği Türkiye'de hem de fantastik bir kahramanın serüvenlerini yayımlayan bir derginin kısa bir süre içinde okurlarıyla diyalog oluşturması biraz şaşırtıcı tabii. Ama Conan dergisinin, okuru edilgenlikten etkinliğe çeken tavrının bunda rolü büyük. Okurlar, yalnızca mektup yazmak ya da eksik sayıları talep etmekle yetinmiyorlar; Conan'ın senaryolarıyla, değişik Conan çizerlerinin üsluplarıyla ilgili sorular sorup, yayımcılarla tartışıyorlar. Daha da önemlisi, "Sizin Gönderdikleriniz" başlıklı uzunca bir bölümü, eskizleri ve çizgileriyle dolduruyorlar, hatta zaman zaman kısa "bant öykü"ler bile çizip yolluyorlar dergiye. Gönderilen çizgilerin hemen hepsinde, Conan'ın orijinal çizerlerinin etkisini ve öykülerdeki biraz tüyler ürpertici fantastik atmosferi hissetmek mümkün. Öyle görünüyor ki bugüne dek hiçbir çizgi kahramanın okurları üzerinde sağlayamadığı yoğun etkiyi, Conan büyük bir rahatlıkla sağlamış.

    Barbarın kimliği ve kişiliği

    Tarihi biraz "farklı" bir perspektiften görmeye çalışıp Kelt ve Mezopotamya mitolojilerini de hafiften deforme etme yolunu seçen Robert Howard, otuzlu yıllarda barbar Conan'ın yaşam öyküsünü kaleme alırken elli yıl sonrasının bir süper kahramanını yarattığını pek düşünmemiş olsa gerek. Bir zamanlar filmcileri ve yazarları fena halde cezbeden "Kayıp Kıta Atlantis" esprisinden yola çıkan Howard, bilinen tarih dönemlerinin epey öncesinde, Atlantis sakinlerinin faciadan kurtulabilmiş kültür kalıtının, "ilkel"likle olan karşılaşmasını ve sonuçtaki uzlaşmaz karşıtlıklarını düşlemiş.
    Zaman, on iki bin yıl öncesi. Mekân, belki Mezopotamya ve Ortadoğu, belki de Kafkasya dolayları (Howard'ın çizdiği düşsel haritadaki coğrafî veriler, öykünün mekânının bugünkü İsrail ve çevresi olduğu izlenimini veriyor).

    Howard'ın kurgusunda Conan'ın etnik kökeni, Kimmerya'ya uzanıyor. Kuzey Kafkasya'da genişçe bir bölge olan Kimmerya'nın halkı ile ilgili bilgilerimiz, İsa'dan yaklaşık bin yıl öncesine dayanmakta. Göçebe ve yağmacı bir toplum olarak bilinen Kimmeryalılar, İ.Ö. yedinci yüzyıl dolaylarında yoğun saldırılar sonucu Transkafkasya'yı ve Urartu bölgesini işgal ediyorlar. İskitlerin komşusu olan Kimmeryalılar, aynı zamanda Frigya'yı yıkan güçlerin başında geliyor. Herodot'tan öğrendiğimiz kadarıyla, asıl yurtları Kırım dolayları, ama daha öncesine dair elle tutulur tek bir bilgi yok. Robert Howard bu yağmacı, saldırgan, barbar halktan seçiyor kahramanını; ama tarihle biraz oynayarak, Kimmeryalıların on bir bin yıl önceki atalarından birini kurguluyor.
    Kimmeryalı Conan, atı ve kılıcından başka bir şeyi olmayan, gezgin bir "savaşçı". Şiddetin tüm hızıyla egemen olduğu bir dönemde, Atlantis kalıntısı uygarlık motiflerine karşıt, çeliğin ve bilek gücünün üstünlüğünü kabul etmiş, ölmemek için öldürmeyi su içmek kadar doğal karşılayan iri yarı bir "barbar". Sağ kalmasını büyük oranda elindeki çelik kılıcı ustalıkla kullanmasına borçlu olan Conan, savaşma yeteneğini, o fantastik çağın "arz-talep" ilişkilerine uygun biçimde bir "meta" haline dönüştürmeyi de bilmiş. "Geçimini" çoğunlukla paralı askerlik yaparak sağlıyor. Bu "paranın kılıcı satın alması" ilişkisi öylesine dolaysız ve doğal ki Conan için; hiçbir etik, hiçbir duygusal saplantı, altını verenin onun bileğini ve kılıcını kendi yararına kullanmasına engel değil. Kim parayı verirse, onun yanında savaşabiliyor. Ama bu, yalnızca kısa bir süre için geçerli. Göçebe Kimmeryalı ruhu ve "barbar" içgüdüleri, onu hiçbir ordu ya da krallığın malı haline getiremiyor. Yağmacılık da çoğu kez "meşru" bir yol Conan için. Çünkü, on iki bin yıl kadar önceki "Hiborya" çağının ahlakı ve kuralları, bunu doğal karşılıyor.

    Yazının girişinde alıntıladığımız parça, Conan öykülerinin hepsinde başlangıç noktası olan, Howard'ın kurguladığı bir "Nemedya" efsanesi. Tarihte Nemedya adı, Conan'ın yaşadığı bölgeden fazlasıyla uzak yerlere ait. Yalnızca İrlanda mitolojisinde yer alan Nemedyalılar, İsa'nın doğumundan hemen önce Fomoryalılar tarafından İrlanda'dan kovulmuşlar. Robert Howard, Nemedya efsanesini öykülerinin başına yerleştirirken Nemedyalıların İrlanda'ya yerleşmeden on bin yıl önceki geçmişlerini mi kurgulamış, bilemiyoruz. Ama Kafkasya ile Mezopotamya arasındaki serüven zincirine Britanya ile ilgili veriler karıştırmakta bir sakınca görmemiş. Bu, aslında tarihsel bir vurdumduymazlıktan çok, Howard'ın Conan'ın yaşadığı yıllardaki dünya profiline, Atlantis söylencesini kaynak yapma çabasından ileri geliyor. Yani tarihte bizim bildiğimiz ilk uygarlıklardan binlerce yıl kadar önce "çok önemli" bir dönüm noktasını oluşturan Atlantis'in batışını ve kayıp kıta "kazazedelerinin" bir kısmının Kuzey Afrika üzerinden Mezopotamya'ya, bir kısmının da Güney Amerika üzerinden Aztek, Inka ve Maya yurtlarına geçerek ilkel yaşam ve uygarlık arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi yaratmalarını, kendi yarattığı fantastik kurgu içinde, "tarihin sıfır noktası" olarak alıyor Howard. Bunu destekleyen veriler, Conan'ın sık sık karşı karşıya geldiği Kush Krallığı'nda da varlığını sürdürüyor. Bilinen en eski uygarlıklardan olan Mısır krallıklarının kurulmasından da önce Afrika'da, Orta Nil dolaylarında izlerine rastlanan Kush halkı, nereden geldiği pek de kesin bilinmeyen insanlardan oluşuyor. İsa'dan yedi yüzyıl öncesinde, Asurlular tarafından yenilinceye dek tüm Nil vadisine hükmeden Kush halkı, o tarihten itibaren Mısır uygarlığı içinde eriyor. Ne var ki, antropologlara göre bugün Sudan'ın iç kısımlarında yaşayan kimi kabilelerde, Kush mitolojisi ve kültüründen belli belirsiz izlere rastlamak mümkün. Howard'ın İsa’dan on bin yıl öncesinde Kush insanlarına yer veren fantastik kurgusu, Atlantis'in varlığını kanıtlamaya çalışan araştırmacılarla büyük bir uyum içinde. Bunlara göre kıta sakinleri facia sırasında yakındaki Afrika'nın kuzey bölgelerine ulaşırlarken bilgi ve deneyimlerini de birlikte getirerek, o dönemde Eski Dünya'nın yaşamaya en elverişli yeri durumundaki Nil boyunu seçmişler. "İkinci kuşak" Atlantisliler’ de, kayıp kıtadan taşınan bilgi ve birikim, zaman içinde yeni yerleşilen bölgelerinin yakınındaki "ilkel" insan gruplarının da zorlayıcı etkisiyle yıpranmaya başlamış. Robert Howard bu sürecin bir adım ilerisini, bilgi ve felsefe ile kendilerini ilkellerin saldırılarından koruyamayacak olan Atlantis torunlarının "barbarlık"la tanışarak garip bir kültürel "füzyon" yaratmaları biçiminde kurguluyor. Uygarlık ve barbarlık hem uzlaşmaz bir çelişki yaratıyor, hem de kimi düşünsel kıpırtılar barbarları etkiliyor. İşte "Nemedya efsanelerindeki" ürkünç Barbar Conan'ın yaşadığı "Hiborya Çagi"nın, mitoloji tutkunu Robert Howard tarafından çizilmiş profili.

    Şarkı “kadın işi”dir, kitaplarsa uyuşturucu

    Barbar Conan, içlerinden yetiştiği Kimmeryalı atalarının ruhuna uygun bir yaşam sürüyor ama, kim bilir hangi dönemde de Atlantis kalıntılarıyla tanışmış insan topluluklarının yaşantısına taşıdığı faktörlerden de etkilenmeden edemiyor. Bizim bildiğimiz kadarıyla İsa'dan on bin yıl önce duvarlara çizilen tasvirler bile "ileri" bir dış dünya betimlemesiydi belki ama, Conan'ın "Hiborya Çağı”nda Gutenberg'in öncülerinin taşıdığı birikimler, "kitap" kavramını barbarların yaşamına sokabiliyordu. Sınırları belirlenmiş, normlarla daraltılmış bir "sosyal yaşam" anlayışının karşıtında yer alan Conan, Howard'ın fantezisinde kitapları biraz da "özgürlüğü daraltıcı" buluyor. Okumuyor, yaşamı kurallar içinde algılayacaksa bu yalnızca "çeliğin ve içgüdülerin" kuralları oluyor. Çünkü Conan "uygar" bir insan değil, bir "barbar". Serüvenlerinin hemen hepsinde sofistike hale getirilmiş yaşama duyduğu tepkiyi belirtiyor. Conan bir ağaç dibinde, toprağın üstünde uyuyabilen; günlerce salt yaban yemişleri yiyerek ormanlarda dolaşabilen; yalnızlığı, kalabalık insan topluluklarının bulunduğu kentlerden çok daha güvenli gören; ancak canı istediğinde yumuşak yatakların, görkemli ziyafet sofralarının ve yatağını paylaşacak kadınların da özlemini duyan bir kahraman. Şarkıları ve müziği de "kadınca" buluyor Conan; onların insanları yanılttığını, uyuşturduğunu düşünüyor. Ama güzel sesler karşısında etkilendiğini de gizleyemiyor.
    Howard'ın prototipi, biraz da "Batı uygarlığının reddi". Conan'ın gezdiği "uygar" kentlerde, yaşama sözüm ona verilen onca değere karşın çizilen kuralların dışındaki insanların tereddütsüz dışlanması, hatta çoğu kez "uygarca" öldürülmesi, Batı "uygarlığı"ndaki ahlâki değerler sisteminin çarpıcı bir karikatürü. "Uygar" toplumdan sofistike yaşamı ve "ulvî" değerleri çıkardığınızda, saf barbarlıkla yüz yüze geliyorsunuz. (Zaten her şey karşıtına dönüşmez mi?) Conan, bu resim içinde daha doğal ve dolaysız olan bir yaşam biçimini seçiyor: Barbarlığı. Eğer sonuçta her şey "bilek gücü" ve gizli ya da açık şiddetin egemenliğindeyse; şarkılar, kitaplar ve söylevlerle örtülen "uygarlığa" niçin teslim olsun ki Barbar, öyle değil mi?

    Tanrılar, büyücüler, boş inançlar

    Barbar yaşamın doğası, uygar insanların uzun yıllar sonucu düşünüp taşınıp planlayacakları "tek tanrı" sistemine gayet radikal biçimde ters düşüyor. Zaten Robert Howard'ın kurguladığı "Hiborya Çağı”nda da tek tanrılı dinlere ya da ahlak anlayışına pek yer yok. Ama Conan'ın yaşadığı dönemin değişik toplumlarında, değişik tanrılar baskın çıkıyor. Bunları belirlerken Robert Howard yine tarihten ve klasik mitolojiden fazla uzaklaşmamaya gayret göstermiş ama, kendi düş gücünün olanaklarını kullanmayı da ihmal etmemiş. Conan'daki teolojik yapıyı, Conan'ın inanışları ve karşılaştığı toplumların inanışları olarak ayırmak pek hatalı olmayacak. Kimi zaman bunlar iç içe geçse de Howard'ın Conan için çizdiği profil kurumsallaşmış dinleri belirgin biçimde yadsıdığından, Barbar’ın "uygar" dinler ile ayrılığını yine de yakalamak mümkün.

    Mezopotamya mitolojisi, Howard'ın Conan öyküsündeki "diyanet işleri" çözümlemesine temel oluşturmuş. Barbar'ın gezdiği kentlerin çoğunda, bilinen en eski dinî kişiliklerden Ishtar'ın tanındığını görüyoruz. Ortadoğu'da izine rastlanan ve Babil mitolojisinde netleşen Ishtar, verimlilik ve bereketin tanrıçası. Kılıcın bu "çok erken neolitik" dönemindeki üstünlüğü dikkate alınınca, tarımla doğrudan ilgili bir tanrıçanın Conan'ın gündelik hayatını fazlaca etkilemeyeceğini görmek mümkün. Gezdiği kentlerin "yerleşik" insanlarının aksine Conan, "toprağa bağlılığı" simgeleyen Ishtar ile fazla muhatap olmuyor. Öte yandan Howard'ın Ishtar'ı on iki bin yıl öncesindeki kurgusuna taşıması, Erich Von Daniken ve diğer "Tanrıların Arabaları" taraftarlarının, bilinen anlamda tek tanrılı bir dine sahip olmayan Atlantislilerin "uzaylı ziyaretçilere" bağlı mitolojilerinin, uygarlığın beşiği Mezopotamya'ya taşınmış olduğu varsayımlarını da destekliyor. Ne var ki bilinen tek kayıp kıta Atlantis değil. Bir zamanlar Pasifik Okyanusu'nda bulunduğu ve Atlantis ile aynı zamanlarda aynı yazgıyı (muhtemelen jeolojik bir devinim sonucu) paylaştığı varsayılan Mu da spekülasyonlara çok açık verilerle tanımlanıyor. Mu, Atlantis kadar popüler değil belki; ama Howard'ı belli oranda etkilediği de açık. "Hiborya çağı" mitolojisinde rastladığımız Mitra, belki de Pasifik'ten Güney Asya'ya, oradan da Mezopotamya'ya taşınmış kültür izlerinden biri. Conan'ın döneminde etkinliğini koruyan ünlü Mitra, bizim yalnızca eski Hint-İran kökenli olduğunu bildiğimiz Güneş, Adalet ve Işık Tanrısı. Asya kökenli bu tanrı, İsa'nın doğumundan bin beş yüz yıl önce Mezopotamya'ya, oradan da Yunan ve Roma mitolojilerine sızan etkilere sahip. Tek tanrılı dinlere rağmen uzun süre varlığını koruyan güçlü tanrı Mitra, acaba "dış ziyaretlerin" etkilediği Mu kıtasından mı Asya'ya ve oradan da Batı uygarlığına taşındı? Bunu tabii ki bilemiyoruz ama; Howard'ın Barbar Conan'ı nedense ona pek saygı duyuyor ve pek korkuyor.

    Mısır mitolojisinden izler de Conan'ın dinî yaşamında etkili. Bereket Tanrıçası Ishtar'a ve Adalet Tanrıçası Mitra'ya karşı, kötülük ve ölümün simgesi "yılan tanrı" Seth, öykülerde sık sık karşımıza çıkıyor. Mısır'ın çok tanrılı din yaşamında Osiris'in düşmanı olarak beliren ve sonunda onu öldürmeyi başaran kötü Seth; kendi rahipleri, kendi büyücüleri ve kendi canavarlarıyla dünyevi yaşamın bir bölümü üzerindeki etkisini "Hiborya Çağı”nda koruyor. Conan, Seth ve onun "uşakları"ndan hayli tedirgin; ama büyücü ve kötü tanrılara karşı bilinçaltındaki tüm korkuya rağmen, büyüye "çelik" ile karşı durmaktan da vazgeçmiyor. Kılıcını çoğu kez büyücülere ve onların üzerine saldığı ürkünç yaratıklara karşı kullanırken hiçbir mitolojide izine rastlamadığımız, muhtemelen Robert Howard'ın kurguladığı "aslî" tanrısına; iyiliğin, doğruluğun ve cesaretin simgesi "Crom"a sığınıyor.

    Barbarların "batıl inanç" saplantısı doğrultusunda, Conan'ın hemen her serüveninde bir büyücü, bir "Seth uşağı" ya da bir canavarla karşılaşıyoruz. Ama buna karşın tek tanrılı dinlerin varolmasının sağladığı gözle görülür bir fark da var Hiborya çağında: Özgür aşk. Dinî ya da ahlakî hiçbir kuralın sınırlamadığı cinsellik güdüsü, Conan'ın yaşadığı varsayılan o mutlu Hiborya çağında, kadın ile erkek arasında olabilecek hiçbir "günah"ı da tanımıyor. Günahsız, haramsız, türbansız bir dünya. Galiba Hiborya çağının kulağa en hoş gelen yanı da bu.

    Fanteziden çizgi romana

    Şimdi biraz da aktüalite: Howard'ın bilerek ya da bilmeyerek büyük bir iç tutarlılıkla oluşturduğu Conan'ın serüveni, önce hızla gelişen çizgi roman endüstrisine, ardından da sinemaya sıçradı (Conan taklidi çizgi romanlar ve filmler de cabası). Yetmişli yılların hemen başında mürekkep ile kâğıt arasına sıkıştırılan Barbar'ın, çizgi roman evrenindeki hızlı tırmanışının mimarı, Marvel Comics grubunun yetenekli çizeri ünlü John Buscema. Fantastik kahramanların öykülerini görüntüleyen çizgi romanların tıkanıklık içine girdiği yetmişli yıllarda, Howard'ın romanından yola çıkarak "başka bir zaman dilimi"nde "bilinmez" uygarlıkların dönemini yaşayan Conan'ı kâğıt üzerinde görüntüleyen John Buscema, üstün desenleri ve çarpıcı serüvenleriyle Marvel Comics grubuna hatırı sayılır bir başarı kazandırdı. Ama bunda, bir "takım ruhu" içinde çalışan yayınevi ekibinin ve Michael Fleisher ile Roy Thomas gibi editör-senaristlerin de katkısı azımsanacak gibi değil. İlerleyen zaman içinde yirmiye yakın senarist ve çizerin çalıştığı Conan öyküleri, çizgi roman tarihinde çok tipik bir yere sahip. İçerdiği tüm "şiddet" ve "ölüm" temalarına karşın Conan öyküleri, son yılların Mickey Mouse'u "Rambo"dan farklı özellikler taşıyor. Savaşı, şiddeti, bilek gücü ve adam öldürmeyi ustaca belirlenmiş "uygar" manevralarla çifte standartlı hale getiren Batı "uygarlık"larına karşı; on iki bin yıl önceki Hiborya çağının kahramanı Kimmeryalı Conan, ilginç bir eğretilemeyi sergiliyor. Eğer mesele "oyunu kurallarına göre oynamak" ise, Conan o kurallardaki yanılsamaları ortadan kaldırıp net bir görüntü sunuyor, o kadar. Ya bilek gücü, şiddet ve "kılıç"; ya da "akıl ve sağduyu". İkincisi egemen olmadığı sürece ilki her zaman varlığını koruyacak. Bir anlamda, savaşın ve adam öldürmenin "uygarca" formlar altında onanmasına bir tepki, Barbar Conan. Gördüğü ilginin büyüklüğünün sosyolojik tahlillerini yapmaksa en azından şu aşamada pek kolay değil.

24 Ocak 2016 Pazar

HASTALIKLAR VE GALENOS’A GÖRE KANSER NEDENLERİ


KANSER

M.Ö. 3 binli yıllarda eski Mısır’da Imhotep tarafından yazıldığı tahmin edilen tıbbi bir papirusta meme kanseri ile ilgili ilk kayıtlara rastlanmıştır. Imhotep bir hekim ve mimardır ve büyük olasılıkla basamaklı piramidin M.Ö.30. yüzyılda planlayıcısıdır. Edwin Smith’in ortaya çıkardığı bu pa- pirusta 9 meme hastası anlatılmaktadır ve bu hastaların hepsi erkektir. Memedeki tümör çıkarıldıktan sonra kanamanın durdurulmaması ve böylece kara safranın akması gerektiğini belirterek İskenderiye’li Leonides’ten daha geri bir uygulamayı savunmuştur.

Galenos’a göre, kara safra kendi haline bırakıldığında hemen koyu renkli bir tümör yaratır ve zaman içinde kanser denilen hastalığa sebep olur çünkü bu vücut sıvısı son derece tehlikeli ve habistir. Daha yumuşak huylu olduğu zamansa deriyi aşındırarak gözle görülür bir yaraya dönüşmeyen gizli kansere sebep olur. Damarların vücudun hastalıklı bölümüne ulaştığı net olarak görülebiliyorsa, buna benzer hastalıkların ve özellikle de kanserin kara safradan kaynaklandığı kesindir, çünkü damarlar koyu kıvamlı kara safrayı özümsemektedir. Çünkü insan doğası sürekli kanı temizlemeye çalışır, kanı kötü maddelerden ayrıştırarak bun- ları vücudun önemli bölümlerinden uzağa, bazen mideye ve bağırsaklara, kimi zaman da deri altına yönlendirir.
Küçük zerreciklerden oluşan maddelerin hepsi deriden geçebilir ve terleme örneğinde olduğu gibi, bazen bu gözle görülebilir bir süreçtir. Fakat daha büyük parçacıklardan oluşan maddeler derinin katmanlarından geçemeyip burada kısılı kalır ve sıcak olan bütün maddeler şarbona sebep olurken, sıcak olmayan maddeler kansere yol açar. Eğer kara safra ılımlı niteliklere sahipse, kanla karıştıktan sonra kırmızı elefantiyazise sebep olur; bulunduğu yerde ne kadar çok kalırsa, rengi ve kıvamı da o kadar koyulaşır.


Galenos, melankolik kadınların neşeli kadınlara oranla meme kanserine yakalanma olasılığının daha fazla olduğunu düşünüyordu. Günümüzde yapılan psikosomatik araştırmalar ise meme kanserinin kişi- likle de direkt bağlantılı olduğunu kanıtlamıştır. Bugün “Kötü huylu hastalık” diye bilinen kanserin iyi huylu diye bilinen insanlarda biraz daha fazla olduğu bilinmektedir. Bu bilgi “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” atasözünü anımsatmaktadır. Galenos bu konuda da haklı çıkmıştır ve bu bilgi onun ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu kanıtlamaktadır.


VEREM





Bergamalı Galenos, veremi az bulaşıcı bir hastalık diye nitelemiş; ateş, terleme ve hemoptiziyi erken belirtiler olarak kabul etmiştir. Tedavisi için de perhiz ve egzersiz yapmayı, seyahat etmeyi önermiş, buna karşın ilaç kullanılmasını tavsiye etmemiştir. Galenos’un verem tedavisi için ön- erdiği perhiz, egzersiz, seyahat etmek, istirahat, öksürüğün kesilmesi, göğüs yakıları, toplardamardan kan alımı, sülük uygulaması, kusturucular, müshiller ve kabartıcı maddelerle ciltte yaralar oluşturma şeklindeki yön- temler ise kendisinden sonra 1000 yıl boyunca değişmeksizin uygulan- maya devam etti. Galenos hastayı etki altına almak için, bugün dahi bazı hekimlerin söylediği gibi; “ Ne söylüyorsam onu yap. En iyisini ben bilirim ” demekteydi.



PİNEAL BEZ VE YAŞLANMA


Pineal bez nöroendokrin bir organdır ve kendisinin en iyi bilinen ana hormonu melatonin yoluyla, birçok organ ve sistem üzerine güçlü bir düzenleyici etkisi vardır. Vücuttaki diğer organ fonksiyonlarında olduğu gibi, pineal bezde de ilerleyen yaşla birlikte gerilemeler oluşur ve bu melatoninin azalmasıyla kendini gösterir. Melatoninin kan ve dokulardan kaybı, psikosomatik bozuklar, tümoral hastalıklar, immün zayıflamalar ve enfeksiyonlar gibi yaşa bağımlı bazı değişikliklere neden olmaktadır. Yazıda memeli canlıda pineal ve yaşlanma süreci ile birlikte melatonin ritim değişiklikleri özetlenmiştir.

Pineal bez M.Ö. 300. yılda İskenderiyeli Herophilus (325-280) tarafın- dan tanımlanmıştır. Bergamalı Galenos, pineal bez için, çam kozalağına benzemesi nedeni ile konareion (Latince conarium) adını kullanmıştır. Bu sözcük pineal bezi innerve eden Nervi conarii adı ile günümüzde de sürmektedir. Pineal sözcüğü ise yine Latince çam kozalağı anlamına gelen pinealis sözcüğünden gelmektedir.












.
Derleme   YAVUZ TELLİOĞLU

Türk Kültüründe Yada Taşı


   Türk kültür tarihine baktığımızda, Yada Taşı diye bilinen taş vasıtası ile, bir nevi sihir yoluyla kar ve yağmur yağdırıldığının pek çok örneklerine rastlamaktayız. Bu hususta Çin kaynaklarında olduğu gibi İslam kaynaklarında (Arap, Fars ve Osmanlı'da) bilgi vardır. Arapça İslam kaynaklarında "hacerü'l metar", Farsça kaynaklarda "seng-i metar" (yağmur taşı), "seng-i ceda" (ceda taşı) diye geçen taşa, muhtelif Türk lehçelerinden Yakutça'da sata, Altaycada cata, Kıpçak grubu lehçelerinde cay adı verilir.[1]

            Yağmur taşını, yat diye isimlendiren Kaşgarlı Mahmud, “Bir türlü kamlık (kahinliktir). Belli başlı taşlarla (yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgar estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi; bu suretle kar yağdırılırdı ve Ulu Tanrı'nın izniyle yangın söndürüldü” [2] demektedir. Kırgız Sözlüğü'nde de, “caytaş: Güya koyun işkembesinde bulunan ve yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş” denilmektedir.[3]
Tarama Sözlüğü, ”yada taşı, eskiden usulüne göre kullanılınca yağmur yağdırdığına inanılan bir taş, yağmur taşı” derken, bir İngilizce sözlükte, ”yede, Cebrail tarafından Nuh Peygamber'e verildiği bilinen bir taştır. Yağmurun yağışına ve yağan yağmurun kontrolüne vesile olur” denilmektedir.
Yada taşı ile ilgili Çin kaynaklarından naklettiğine göre, Göktürkler‘in kurttan türeyişi ile ilgili efsanelerden birinde, Göktürkler'in atalarının kabile reisinin on yedi kardeşinin olduğu ve kurttan doğmuş olduğu ve diğerlerinden farklı olduğu belirtilmektedir. Tabiat üstü bir kudrete ve özelliklere sahip olan kardeşin yağmur yağması, rüzgârın esmesi hususunda emirler verebildiği belirtilir.[4] Bu da onların ataları Hunlar dan geliyordu. Zira Hunlar düşmanlarına karşı yağmur dolu ve kar yağdırarak veya fırtına ve rüzgar çıkararak onları mağlup ediyor ve bunu yapabilen kahinlere sahip bulunabiliyorlardı. Onların V.asırda kuvvetlenen Cücen (Juan-juan) lerin bir istilasına karşı kendilerini bu sayede korudukları kaydedilmiştir.[5]
Altay-Türk masallarından olan Kara-atlı Masalı‘nın kahramanlarından Kara-atlı Han'ın oğlunun üstün kuvvet ve cesareti yanında, attığı nara ile dokuz karış kar yağdırdığı, her yandan rüzgar çıktığı zikredilir.[6]
Alplerin silahları arasında yada taşı vardır, isterlerse havayı istedikleri gibi değiştirebilirlerdi. Manas Destanı ‘na göre Alp Almanbet çok usta bir yadacı idi. Bozkır destanlarında yada geleneği çok önemli yer tutar. Evliya Çelebi (1611-1682), Kafkasya yollarında seyahat ederken (1641), bir yerli büyücünün galip efsunlarla bulutları gökte toplayıp sağnak boşandırdığını bir ara anlatmıştır. Şerefeddin Yaltkaya, İslam öncesi cahiliyet devri Arapları arasında da istediği zaman yağmur yağdırabilen kimseler bulunduğunu, bunlardan birinin de meşhur Arap şairi Mütenebbi olduğunu kaydetmekte; İslam kaynakların da da yağmur yağdırma ile ilgili deliller hatta yağmur yağdırma namazı (salatü'l-istiska) diye bir namaz olduğunu, fıkıh kitaplarında bununla ilgili bahisler olduğunu bildirmektedir. Nuh Peygamber ile kavmi arasındaki konuşmadan bahseden Yaltkaya, Kuran-ı Kerim den Nuh Suresi'nin 10-11. ayetlerini yağmur yağdırabileceğine delil olarak göstermektedir.[7] Bu ayet şöyledir:
«Dedim ki : Rabbimizden bağışlanma dileyin; çünkü O bağışlayandır. Gökten üzerimize yağmur gönderir.»
Gökalp'in değerlendirmesine göre, İslamiyet öncesi devre ait Türk destanlarından olan Böğü Tekin efsanesi, bu taşın gökten inen altın ışıktan meydana geldiğini gösteriyor. Bu efsaneye göre, olan Kutlu Dağ'ı vücuda getirmiştir. Kutlu Dağ, yeşim taşından bir kayadır ki, Türkler in elinde bulundukça Türk hakanlığı dünyaya hakim kalmış, Yulun Tekin zamanında Çinliler, bu gafil hükümdarı aldatarak Türklerin bu kıymetli tılsımını elinden almışlarıdır. Bunun akabinde Türkler'in büyük göçü meydana gelerek Türkler her tarafa dağılmış ve bu sırada Uygurlar da Beşbalık ülkesine kadar gitmişlerdir. Bu rivayet yada taşının eski Türk hayatındaki ehemmiyetini gösteriyor.[8]
Kırgız-Kazaklar ın Er Gökçe destanı na göre, Altın Ordu'nun meşhur kahramanı Er Kosay, çölde susuzluktan sıkıntıya düşen ordusunu bu sıkıntıdan kurtarmak için, cay taşını atının ciğerinden çekip çıkarmıştır. Kırgızlara göre cada (cay) taşı koyun karnında bulunur. Bu taşla yazın kar yağdırmak mümkündür.[9]

Yada Taşının Menşei

Yada taşının menşei hakkında çoğu efsanevi nitelikte olan muhtelif rivayetler vardır. Bu rivayetler ışığında söylenebilecek şey, Seroşevski nin ifadesini tekrarlamaktan ibaret olsa gerekir: ”Türkler nazarında mukaddes tanınan herhangi bir taşın, yada mahiyetine alınabileceği anlaşılmaktadır.” [10]
Yada taşının rengi ve şekli konusunda başka rivayetlerde bulunur. Yakutlarca bilinen ve sata denilen yağmur taşının, çok küçük bir insan başı şeklinde olduğudur. Canlı olduğu iddia edilen sata nın evde tutulamayacağı, hangi hayvandan meydana gelmişse onun yapağası içine sarılarak, bir delik içinde dikkatle gizlemek gerektiği, sata nın öldükten sonra artık başka taşlardan hiçbir farkının kalmayacağı ilave edilmektedir.[11] Sata taşı canlı bir insan kafasına benzer. Yüzü gözü kulağı, ağzı çok açık görülür. Kadın veya bir yabancı eli ona dokunduğunda, kuvvetini kaybeder.[12]
Fuat Köprülü, Mahmut b. Mansur un eserine dayanarak, yağmur taşı için, ”Kolayca ufalanabilir, büyük bir kuş yumurtası kadar olup 3 türlüdür: Kırmızı beneklerle dolu beyaz toz renginde, beyaz temiz ve koyu kırmızı, yahut muhtelif renklerde. Şekli hakkında muhtelif fikirler vardır” demektedir.[13]
Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda da çeşitli rivayetler vardır. Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu, bazıları da bunun kullanılışını yalnız Türkler'in bildiğini, bunu kimseye söylemeyip sır tutuklarını, kimseye öğretmediklerini söylüyor.
Türkler ve Moğollar, tabiatın hassas dengelerini korumak konusunda son derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenleri dolayısıyla tabiatın dengesini bozmamak için dikkatli davranırdı. Yat törenlerini bilhassa kışın yapmamak gerekir. Çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar verir. Yazın ona sık sık başvurmamak lazımdır, zira pek çok kurt ve böceğin ortaya çıkmasına sebep olur.
Yadacıların durumuna ise: yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi yoksul kimselerdir.[11] Yadacıların yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar yadacıların kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır. Yadacılığın her ne kadar İslamdan sonra yapıldığına rastlansa da, bu adetin unutulmasında Türkler'in İslamiyete girmiş olmalarının rolü olsa gerekir. Kaynaklardan da ifade edildiği gibi, yadacıların yada esnasında söyledikleri sözlerin bir Müslüman için küfre götürücü nitelikte olması. Allahın taktiri kabul edilen rüzgarın esmesi, yağmurun yağması gibi tabii olaylara müdahaleyi İslam inancı ile bağdaşır bulmamaları. Son olarak da yadacıların her yada yapışına müteakip mutlak suretle bir zarara maruz kalmalarına dair olan yaygın kanaat dolayısı ile yadanın zamanla unutulmasında amil rol oynamış olmalı.
Hıristiyan ve Moğollaşmakta olan bir Türk kavmi Naymanlar da muharebelerde yadacıları kullanıyorlardı. Nitekim Buyruk Han da, bir defasında Cengiz Han a karşı, 1202 yılında bir muharebede bu vasıtaya başvurmuştur. Bu hususa Yakup el-Hamavi'nin eserinde Ahmet es-Samani; bir sene 20000 askeri ile Türkler in üzerine sefer yaptığını Türkler den 60.000 silahlı askerle karşılaştığını günlerce çarpıştığını anlatır. Türk memluklardan ve diğer askerlerden bir grubun etrafına toplanıp ona yadacıların savaş esnasında büyü yapacaklarını askerlerinin üzerine mahvedici bir dolu yağdıracağını söyler. Ahmet es-Samani:
”Küfür henüz kalbinizden çıkmamış. Bunu bir insan yapabilir mi? deyip askerleri azarladım. Ertesi gün kuşluk vakti korkunç seslerle dehşete düştüm, askerlerimin tepesinde kara bir bulut vardı askerler ne yapacaklarını şaşırmışlar başlarına gelecek felaketi bekliyorlardı. Bunda bir fitne olduğunu anladım atımdan inip iki rekat namaz kıldım yüzümü toprağa sürüp Allaha yalvardım. Ey Allahım bu bulut bizim üzerimize yağarsa Müslümanlar zayıflar, müşrikler kuvvetlenir. Kuvvet ve Kudretinle onun şerrini bizden uzaklaştır. Ey azamet, kuvvet ve kudret sahibi dedim. Hayrın ancak Allah'tan geldiğini, kötülüğü ondan başkasının savamayacağını biliyordum. Ben bu haldeyken memluklar ve diğer askerler gelerek selamete erdiklerini müjdelediler. Kolumdan kaldırdılar .Ey emir bak dediler. Başımı kaldırdım bulutlar askerlerimin üzerinden Türk askerinin üzerine gitmiş dolular hayvanlarını ürkütmüş, çadırlarını yıkmıştı. Dolu taneleri kimin üzerine düşse onu takatsiz kılıyor veya öldürüyordu. Adamlarım Onların üzerine hamle yapalım mı? dediler. Ben hayır Allah'ın azabı daha dehşetli ve acı dedim. İçlerinden pek azı kurtulabildi. Karargahlarını olduğu gibi bırakıp kaçtılar…”
Kaynaklar
[1] Abdülkadir İnan, "Tarihte ve Bugün Şamanizm", Ankara 1995. s.160-161.
[2] Kaşkarlı Mahmut, "Divan-ı Lügat-it-Türk", III, Tercüme: Besim Altay, Ankara,1992. s.3.
[3] K. K.Yudahin, "Kırgız Sölüğü", II, Ankara 1994. s.715.
[4] O.Turan, ?, s.127.
[5] Şerafettin Yaltkaya, "Yat yahut Yağmur Taşı", Gündüz Dergisi, c.1, sayı 3, 15 Haziran 1936, s.67-68.
[6] Celal Yıldırım, "Kurân-ı Kerîm ve Tefsiri",Tercüman yayını, s.571-572.
[7] Ziya Gökalp, "Eski Türkler'de Din", s.403.
[8] Abdülkadir İnan, a.g.e., s.164.
[9] Ziya Gökalp, a.g.e., s.403.
[10] Abdülkadir İnan, a.g.e., s.163.
[11] Kaynak belirtilmeli.
[12] Köprülüzade,ag.mak, s.9, Dipnot 1, F.Sümer, a.g.mak., s.2538
[13] Köprülüzade,a.g.mak, s.9, not 1, H.Tanyu, age.64


Şehname’den ilginç bir tasvir. Reşidüddin’in Câmi’üt-Tevârih’inde de bahsi geçen, #Tuluy Han zamanında “Hıtay” askerini perişan eden, afsunla yağmur yağdıran #Bazur adlı bir sihirbazın tasviri.
(Açıklama için bkz. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 44.)
Tasvirin alındığı yer: “Bazur, the Magician, Raises up Darkness and a Storm”, Folio from a #Shahnama (Book of Kings)”, The Metropolitan Museum of Art                
     Şehname’den ilginç bir tasvir. Reşidüddin’in Câmi’üt-Tevârih’inde de bahsi geçen, #Tuluy Han zamanında “Hıtay” askerini perişan eden, afsunla yağmur yağdıran #Bazur adlı bir sihirbazın tasviri. (Açıklama için bkz. Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 44.) Tasvirin alındığı yer: “Bazur, the Magician, Raises up Darkness and a Storm”, Folio from a #Shahnama (Book of Kings)”, The Metropolitan Museum of Art


.
Derleme   YAVUZ TELLİOĞLU

ARŞIMET'İN Laser TOPU Sirakuza’nın Savunması Archimedes and the Burning Mirror





A parabolic mirror focuses parallel light rays to a single point concentrating their power.

The Siege of Syracuse by the Roman Republic took place in 214–212 BC, at the end of which the Magna Graecia Hellenistic city of Syracuse, located on the east coast of Sicily, fell. The Romans stormed the city after a protracted siege giving them control of the entire island of Sicily. During the siege, the city was protected by weapons developed by Archimedes. Archimedes, the great inventor and polymath, was slain at the conclusion of the siege by a Roman soldier, in contravention of the Roman general Marcellus' instructions to spare his life
Archimedes may have used mirrors acting collectively as a parabolic reflector to burn ships attacking Syracuse. The 2nd century AD author Lucian wrote that during the Siege of Syracuse (c. 214–212 BC), Archimedes destroyed enemy ships with fire. Centuries later, Anthemius of Tralles mentions burning-glasses as Archimedes' weapon.[31] The device, sometimes called the "Archimedes heat ray", was used to focus sunlight onto approaching ships, causing them to catch fire.
Despite these novel inventions, Archimedes devised defensive devices to counter the Roman efforts including a huge crane operated hook – the Claw of Archimedes – that was used to lift the enemy ships out of the sea before dropping them to their doom. Legend has it that he also created a giant mirror (see Heat ray) that was used to deflect the powerful Mediterranean sun onto the ships' sails, setting fire to them. These measures, along with the fire from ballistas and onagers mounted on the city walls, frustrated the Romans and forced them to attempt costly direct assaults.
This purported weapon has been the subject of ongoing debate about its credibility since the Renaissance. René Descartes rejected it as false, while modern researchers have attempted to recreate the effect using only the means that would have been available to Archimedes.[32] It has been suggested that a large array of highly polished bronze or copper shields acting as mirrors could have been employed to focus sunlight onto a ship. This would have used the principle of the parabolic reflector in a manner similar to a solar furnace.
A test of the Archimedes heat ray was carried out in 1973 by the Greek scientist Ioannis Sakkas. The experiment took place at the Skaramagas naval base outside Athens. On this occasion 70 mirrors were used, each with a copper coating and a size of around five by three feet (1.5 by 1 m). The mirrors were pointed at a plywood mock-up of a Roman warship at a distance of around 160 feet (50 m). When the mirrors were focused accurately, the ship burst into flames within a few seconds. The plywood ship had a coating of tar paint, which may have aided combustion.[33] A coating of tar would have been commonplace on ships in the classical era.[d]
In October 2005 a group of students from the Massachusetts Institute of Technology carried out an experiment with 127 one-foot (30 cm) square mirror tiles, focused on a mock-up wooden ship at a range of around 100 feet (30 m). Flames broke out on a patch of the ship, but only after the sky had been cloudless and the ship had remained stationary for around ten minutes. It was concluded that the device was a feasible weapon under these conditions. The MIT group repeated the experiment for the television show MythBusters, using a wooden fishing boat in San Francisco as the target. Again some charring occurred, along with a small amount of flame. In order to catch fire, wood needs to reach its autoignition temperature, which is around 300 °C (570 °F).[34][35]
When MythBusters broadcast the result of the San Francisco experiment in January 2006, the claim was placed in the category of "busted" (or failed) because of the length of time and the ideal weather conditions required for combustion to occur. It was also pointed out that since Syracuse faces the sea towards the east, the Roman fleet would have had to attack during the morning for optimal gathering of light by the mirrors. MythBusters also pointed out that conventional weaponry, such as flaming arrows or bolts from a catapult, would have been a far easier way of setting a ship on fire at short distances.



Archimedes and the Burning Mirror




Sirakuza’nın Savunması MÖ 218 yılında Arşimet (Archimedes) 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Sirakuza kralı Hieron ölmüştü. İkinci Bhon Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartacalılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus’u bir orduyla Sirakuza’ya gönderdiler. Yaşlı Arşimet, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiştir. Ama onun hikmet ve zekâsına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimet, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti. Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimet tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilk defa olarak gerçekleştiriliyordu. Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu. Arşimet’in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikâye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir. Bununla birlikte Arşimet’in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. “Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !” diyerek Sirakuza’yı tam bir ablukaya aldı. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ar%C5%9Fimet

Gerçek Bilim linkini göstermeden paylaşmak yasaktır
büyük üç bilim adamından biridir. Sirakuza’nın Savunması MÖ 218 yılında Arşimet (Archimedes) 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Sirakuza kralı Hieron ölmüştü. İkinci Bhon Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartacalılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus’u bir orduyla Sirakuza’ya gönderdiler. Yaşlı Arşimet, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiştir. Ama onun hikmet ve zekâsına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimet, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti. Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimet tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilk defa olarak gerçekleştiriliyordu. Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu. Arşimet’in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikâye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir. Bununla birlikte Arşimet’in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. “Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !” diyerek Sirakuza’yı tam bir ablukaya aldı. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ar%C5%9Fimet

Gerçek Bilim linkini göstermeden paylaşmak yasaktır
büyük üç bilim adamından biridir. Sirakuza’nın Savunması MÖ 218 yılında Arşimet (Archimedes) 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Sirakuza kralı Hieron ölmüştü. İkinci Bhon Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartacalılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus’u bir orduyla Sirakuza’ya gönderdiler. Yaşlı Arşimet, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiştir. Ama onun hikmet ve zekâsına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimet, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti. Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimet tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilk defa olarak gerçekleştiriliyordu. Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu. Arşimet’in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikâye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir. Bununla birlikte Arşimet’in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. “Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !” diyerek Sirakuza’yı tam bir ablukaya aldı.

Gerçek Bilim linkini göstermeden paylaşmak yasaktır
 Sirakuza’nın Savunması
 MÖ 218 yılında Arşimet (Archimedes) 70 yaşını aşmış, akrabalarından biri olduğu söylenen Sirakuza kralı Hieron ölmüştü. İkinci Bhon Savaşı sonunda da şehir yenilgiye uğramış, Kartacalılarla birleşmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus’u bir orduyla Sirakuza’ya gönderdiler. Yaşlı Arşimet, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermiştir. Ama onun hikmet ve zekâsına hayranlık duyan hemşehrileri şehri savunması için kendisinden yardım dilediler. Arşimet, bu çağrıyı adeta istemeyerek kabul etti. Romalılar, onun bir mucit ve mühendis olarak yaratıcı kabiliyetini öğrenmekte gecikmediler. Bir gün, kıyıdaki şehir surlarına kadar sokulan bir Roma savaş gemisi birdenbire dev gibi korkunç bir kerpetenle karşılaştı. Duvarların arkasından çıkan bu alet gemiyi pruvasından yakaladığı gibi çeneleri arasında kıstırarak parçaladı. Kaldıraç kolları ve dönel kasnaklar yardımıyla işleyen bu aletin çalışma prensipleri Arşimet tarafından ortaya konulmuştu. Böylece bir kaldıraç mekanizması ilk defa olarak gerçekleştiriliyordu. Bu arada surların arkasına yerleştirilen dev mancınıklar, düşmanın üzerine ağır oklar ve taş yağdırıyordu. Güvertesi ve bordası delik deşik olan gemilerin direkleri parçalanıyor, gemidekilerin üzerine düşüyor, düşman ağır kayıplar veriyordu. Arşimet’in Güneş ışınlarını büyük bir ayna aracılığıyla düşman üzerine yansıtıp gemileri ateşe verdiği de söylenir. Ama inanılması oldukça güç olan bu hikâye, belki de bir efsaneden başka bir şey değildir. Bununla birlikte Arşimet’in icat ettiği makineler, Romalıların gözlerini o derece yıldırmıştı ki surların üzerinde bir ip ya da değnek gördükleri zaman gene onun bir makinesi sanarak bağırıp kaçışıyorlardı. Claudius Marcellus, ister istemez hayranlık duyduğu bu düşmanıyla kendi mühendislerinin başa çıkamayacağını anladı. “Bu matematik devi ile neden savaşalım ? Bizimle alay eder gibi kıyıda oturup donanmamızı yok ediyor !” diyerek Sirakuza’yı tam bir ablukaya aldı. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ar%C5%9Fimet





In December 2010, MythBusters again looked at the heat ray story in a special edition entitled "President's Challenge". Several experiments were carried out, including a large scale test with 500 schoolchildren aiming mirrors at a mock-up of a Roman sailing ship 400 feet (120 m) away. In all of the experiments, the sail failed to reach the 210 °C (410 °F) required to catch fire, and the verdict was again "busted". The show concluded that a more likely effect of the mirrors would have been blinding, dazzling, or distracting the crew of the ship.





Însanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi o zamanda herkes «gizli bir silâhdan» bahsediyordu. Sicilya Adasındaki Sirakuza şehrinin ihtiyarlan büyük bir kararın arefesindeydiler, tehlikeli bir politika onlan büyük bir savaşın eşiğine getirmişti. Bu gizli silâhı yapabilecek adam da matematikçi, fizikçi, Archimete-des’ti. Kendisine devrinin Einstein'i diyebileceğimiz bu ihtiyar adamın akıl almaz, kanşık makinalan iki yıldanberi sarılmış olan şehri kurtarmıştı.
Arşimed’in zamanında (M. ö. 287-211) Sirakuza Kartaca'nın yanında Roma’lılara karşı savaşan Yunanlılann elindeydi. Hannibal buna karşılık olarak onlara yeni bir «Hür Büyük Yunanistan» vaadet-mişti. Başlangıçta Roma’nın günleri gerçekten sayılı gibi görünüyordu. Fakat son-ralan Savaş Tannsı Mars Hannibal'dan yüzünü çevirdi ve Romalılara gülümse-meğe başladı, nasıl olsa o bir Roma Tanrısıydı.
Sonunda Romalılar yendikleri büyük düşmanlarının küçük bağlaşıklarını ceza-
landırmavı düşündüler. Böylece 212 yılında, tarihi Roma bakımından düzeltmek için, savaş filolanndan birini Sirakuzava yolladılar ve Sirakuza durumun ciddiliğini anlamaya başladı.
Bundan sonrası kısmen tarih, kısmen de efsanedir. Arşimet adanın kıyısında Romalılar tarafından öldürüldü. Fakat burada bizi ilgilendiren, bir istisna olarak, tarihden ziyade efsanedir: Arşimet Roma gemilerini yakacak kadar büyük bir dev ayna yapmaya koyuldu, bu iç bü-key aynanın odak noktasında bütün güneşin sıcaklığını toplayacak vc gemileri tutuşturacaktı. Bunu başaramadığını bi Iiyoruz, eğer buna muvaffak olsaydı, Sirakuza vc Roma'nm durumu ne olurdu, bu hususta bir tartışmaya girmekte lüzumsuzdur. Yalnız eğer Arşimet 2200 yıl sonra yaşamış olsaydı, herhalde düşmanlan tarafından öldürülmeyecek vc yüksek bir para karşılığı onlar tarafından kendisine bu yeni silâhlann yapılması görevi verilecek vc hattâ büyük bir İtibar gösterilecekti. Fakat o zaman dost vc düşman arasındaki fark daha büyük bir ciddilikle ayırd ediliyordu.
Arşimed’in dev aynası ile ilgili efsane uzun zaman unutulmadı. Doğu Roma İmparatoru Jüstinyan’ın emrinde çalışan M. S. 532-537 yıllannda o muhteşem kub beli Ayasofya'yı yapan mühendis ve mimar Anıhenios, kuramsal olarak iç bü-key aynalann yardımıyla gemileri yakma nın mümkün olacağını ispat etti. Pratik olarak bilindiği gibi, şimdiye kadar böyle bir deney yapılmış değildir vc bundan sonrada kimsenin aklına böyle bir şeyle uğraşmanın geleceğini sanmıyoruz
Bugünkü hesaplara göre Arşimet, de niz kıyısından yuvarlak olarak 300 metre uzakta bulunan ahşap gemileri yakabilmek için en aşağı 60 metre çapında bir iç bükey aynaya ihtiyaç gösterecekti. Böyle bir ayna ise bugünün uzmanlanna bile pek kolay gelmeyecek bir başarıdır.
Fakat herşeyi yok eden ölüm ışınlan rüyası daha son zamanlara kadar bir kaç yazann romanlarından dışarı çıkamayan bir rüya olarak kaldı. Alexei Tolstoi 1925 te yazdığı bir romanda bir faşistin bir hiperbolikten gelen ışınlarla bütün Rus-yayı nasıl yok etmek istediğini anlatıyordu. Bundan 30 yıl kadar önce H. G. Wclls Mars - insanlannın herşeyi yok edici bir ışın yayan alev - kılıçlanndan bahsetmişti.
işte bugün o da bir gerçek olmuştur: Yüzyılımızın en önemli buluşlarından biri
olan laser. Bu, en keskin, saf ve yüksek derecede yoğunlaşmış ışıktan inanılmayacak kadar ince bir demet yayınlayan bir aygıttır. Pratik olarak maddenin atomlan içinde ne kadar hayret verici olanakların saklandığını gösteren kanşık fiziksel vc matematiksel teorilerin bir sonucu.
Laser'i bulan Dr. Theodor Maiman tarafından ilk gösteriye çağnlan gazeteciler, ilk önce pek fazla bir şey göremedikleri için büyük bir hayâl kırıklığına uğramışlardı, çünkü bütün görülen şey duvara asılı bir ekran üzerindeki küçük kırmızı bir leke idi. Hayâl kırıklığı birden bire büyük bir heyecan ve takdire dönüştü, çünkü ekran üzerindeki bu kırmızı lekeyi yapan kaynağın kendisi 20 kilometre uzakta bulunan bir kuledeydi.
Bilim adamları milyarlarca atomu, ru-binglas'ta veya içerisi gazla dolu bir cam boru içinde —son zamanda yan iletken bir kristal içinde— muazzam bir ışık bü-yülteci olarak kullanmağa muvaffak olmuşlardı. En güçlü laser santimetre kare başına 750 trilyon watt yoğunlaştıra-bilmektedir. Bu güç Niyagara Şclâlerinin bütün suyunu çocuklann oynayacağı bir su tabancası içinden geçirmeğe eşitti.
Bugün laser'le en sert metaller delinmekte, kesilmekte veya kaynak edilmektedir. Mücevherlerin üzerine mikroskopik küçük delikler delen göz amcliyatlannda faydalanılan, laser, büyük bir başanyla binlerce televizyon programlannı nakletmekte kullanılabilecekti. Hemen hemen hergün bilim adamları laser’in araştırma vc teknikte yeni kullanış imkânlarını meydana çıkarmaktadırlar. Laser aygıtlarıyla yapılan ölçü işlemlerinde, bu gibi çalışmalarda çok dikkatli olmak gerektiği meydana çıkmıştır, zira yansıtıcı bir yüzeyden gelen ve göze çarpan bir laser ışını görme organını tamamiyle bozacaktı. Laser'in yaşayan dokuları tahrip edici etkisinin mekanizması şimdiye kadar daha açıkça anlaşılmamıştır, buna rağmen büyülü ışınlı silâh düşüncesi yeniden canlanmıştır.
iki yıllık bir gelişmeden sonra Amerikan ordusuna teslim edilen bir laser-deneme silâhı devamlı parlamalan sayesinde 1.5 kilometre uzakta bulunan askerlerin üzerindeki giysileri tutuşturabilmek-tedir. Bir tek pille 10 saniyelik aralarla 10.000 «alev saçmak» kabildir. Bu esnada 2 metre çapında dairesel bir yüzeyin her santimetre karesine düşen enerji miktan,
gözün bozulmadan tahammül edebileceği miktarın 100 katını geçmektedir. Buna karşı şimdilik bir tek koruyucu vardır, o da gözlük olarak kullanılan özel filit-relerdir.
Bugünkü halinde laser tüfeği hem çok ağırdır, hem de yağmur ve siste işleye-mektedir. Bu yüzden uzaktan zırhlan ya-kabilen veya düşman roketlerinin patlayıcı başlıklannı patlatabilen bir laser to punun yapılması şimdilik daha mümkün olmamaktadır. Böylece laser dünyamızın atmosferi dışındaki uzay bölgelerinde kullanılabilecek bir silâh olacaktır, çünkü orada onun ışınlan hiç bir engelle karşılaşmazlar.
        Bununla beraber laser dolaylı olarak başka bir yoldan silâh olarak çok ciddi
bir tehlike teşkil etmektedir. 1969 eylülünün başında Paris dolayındaki Limeil Araştırma Merkezindeki Fransız uzmanları ağır hidrojeni (Deuterium) laser ışınlarıyla o kadar kuvvetli ısıtmağa muvaffak olmuşlardır ki, 3-4 düzine ağır hidrojen atomu çifter çifter erimişlerdir. Lâboratuvarda başanlan her çekirdek füzyonunda enerji serbest kalmaktadır. Böylece laser ışmlanyla yapılacak bir çekirdek füzyonu halen atom bombasına sahip olmayan ülkeler arasında da müthiş bir silâhlanmaya sebep olacaktır. Küçük memleketler, hattâ gangster çeteleri hidrojen bombalannın tutuşturucusu olarak laser aygıtlannı ele geçirmeğe başlayacaklardır.


.
Derleme   YAVUZ TELLİOĞLU

Cennetten gelen nehirler



Cennetten gelen nehirlerin sayısı bazı rivayetlerde üç, bazı rivayetlerde dört, bazılarında da beş olarak geçmektedir.






Cennetten gelen nehirlerin sayısı bazı rivayetlerde üç, bazı rivayetlerde dört, bazılarında da beş olarak geçmektedir.
Meselâ, Bediüzzaman, Sözler’de Bakara Sûresinin 74. âyetinin bir parçası olan “Öyle taşlar vardır, bağırlarından nehirler çağlar” meâlindeki cümleyi açıklarken, Nil, Dicle ve Fırat gibi nehirlere dikkat çektikten sonra, “Şu üç nehrin menbaları cennettendir.” hadisini kaydeder. Başta Sahih-i Müslim olmak üzere hadis kitaplarının ekserisinde cennetten gelen dört nehirden bahsedilir. Bu hadisin meâli şöyledir:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.”1
Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği aynı hadis-i şerifin Müsned’deki meâli de şöyledir:
“Dört nehir cennetten fışkırmıştır: Fırat, Nil, Seyhan, Ceyhan.”2
Fahrüddin er-Râzî ise Mü’minûn Sûresinin 18. âyetinin izahında, İbni Abbas’tan (r.a.) şu rivayete kaydeder:
“Cenab-ı Hak cennetten beş nehir indirmiştir: Seyhan, Ceyhan, Dicle, Fırat ve Nil.”3
Sahih-i Buharî’de rivayet edilen “İsrâ” hadisinde,
Mir'aç Gecesi'nde Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Cebrail ile birlikte gezerlerken, Sidretü’l-Münteha’ya gelirler ve Hz. Cebrail şöyle der:
“İşte bu Sidretü’l-Müntehâ’dır. Bu ağacın dibinden dört nehir kaynıyordu. İki nehir zâhir, iki nehir de bâtın idi."
Resulullah, ‘Ey Cebrail, bu dört nehir nedir?’ diye sorar.
Cebrail (a.s.), ‘Bâtınî nehirler cennette iki nehirdir; zâhirî olan nehirler Nil ile Fırat nehirleridir.”4
Bütün bu hadis-i şeriflerin zahir mânâsından çıkan netice şudur: Fırat, Dicle, Seyhan, Ceyhan ve Nil nehirleri cennetten gelmektedir, asıl kaynakları orasıdır.
Bu nehirlerin cennetten gelişleri hakkında en güzel izahları Bediüzzaman yapar:
“Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrûtî (konik) birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına (akmalarına) muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları âdi ve tâbii ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir sûrette Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu mânâyı ifade için hadiste rivayet ediliyor ki, üç nehrin her birine Cennetten birer katre (damla) her vakit damlıyor ve ondan bereketlidir...” 5
Evet, faydaları, vazifeleri, gelir ve giderleri sayısız hikmetlerle dolu olan bütün ırmakların, pınarların, çayların ve büyük nehirlerin Cenab-ı Hakk'ın rahmet hazinesinden çıktığı çok açık ve berraktır. Çünkü görünen sebeplerin çok çok üstünde olan bu akarsular
“Mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar, demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek, cenup tarafından Cebel-i Kamer denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen altı kısımdan bir kısım olmaz. Vâridatı (geliri) ise, mıntıka-i harrede (sıcak bölgede) pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur elbette o muvazene-i vâsiayı (geniş dengeyi) muhafaza edemediğinden o Nil-i Mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî Cennetten çıkıyor.”6
Dipnotlar:
1. Müslim, Cennet: 26.
2. Müsned, II/261, 289, 440.
3. Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: XVI/406-407.

4. Sahih-i Buharf Tecrid-i Sarih tercemesi, X/71.
5. Sözler, Yirminci Söz,s. 260.
6. Şualar, s. 94.

KRAL SÜLEYMAN VE ŞEDDAT [ Shaddad ]







               
               The Angel of Death Descends on Shaddad ibn Ad
 



The Bible credits Solomon with building the First Temple of Jerusalem and many other public works and fortifications but does not describe the workforce he employed. The Qur'an records that Solomon harnessed the power of the jinn for his ambitious and demanding con- struction projects: They worked for him as he desired, making Arches, Images, Basins, as large as Reservoirs, and [cooking] Cauldrons fixed in their places(Qur'an 34:13). Jinn servants participated in the building of the First Temple. Not all jinn were subjected to involuntary servitude under Solomon; as the Qur'an points out, those forced to do the kings bidding were evil jinn and were being punished for their misdeeds. If any of these jinn refused to obey Solomons orders, Allah made him
taste of the Penalty of the Blazing Fire (34:12), that is, the flames of hell. Other jinn served Solomon freely, for example, joining his army and marching as warriors alongside men. As the Qur'an relates, before Solomon were marshalled his hosts – of Jinns and men and birds, and they were all kept in order and ranks(Qur'an 27:17).
Solomons powers over the jinn are detailed in the Testament of Solomon, one of the falsely attributed Greek works called the Pseudepigrapha, dating from about 200 AD. The Testament describes how Solomon built his Temple by compelling the jinn into service.62
One of the evil jinn mentioned in the context of King Solomon
is Ashmedai or Asmodeus, sometimes called theKing of the Demonsbut actually only a lieutenant of the greatest demon, Iblis. Ashmedai/ Asmodeus appears in the Bible, in the Hebrew Talmud and in tradi- tional Arabic folklore. Of eastern Iranian origin and probably initially


a demon of wrath, Asmodeus evolved into a demon of lust. The story of Solomon and Ashmedai appears in The Arabian Nights. In The Tale of the Fisherman and the Jinn, Ashmedai was confined in a jar by Solomon, who sent his minister ... to seize me, and this vizier had me bound and brought against my will to stand before the prophet [Solomon] as a suppliant. Ashmedai, described in the Burton translation of the Nights as a marid (extremely powerful jinn), was accused by the king of being an unbeliever. When the jinn stubbornly refused to proclaim his faith in God, Solomon had Ashmedai imprisoned in the jar, which was sealed with lead, stamped with the Seal of Solomon inscribed with Gods name and cast into the sea. Hundreds of years later, the jar was recovered by a fisherman, who frees the marid and hears his story.
This Arab folktale has many elements in common with a tale from the Hebrew Haggadah63  in which Solomon sends his chief minister Benaiah ben Jehoiada to capture Ashmedai to assist in the building of the First Temple of Jerusalem. Solomon held Ashmedai in chains with the help of a magic ring marked with the name of God. Although the tale does not explicitly say so, we must assume that this magic ring was the celebrated Seal of Solomon. Because it was by tricking Solomon into lending him the magic ring that Ashmedai was able to depose Solomon, only after taking back that ring was Solomon (according to one version of the story) able to return to power.64

KRAL SÜLEYMAN VE ŞEDDAT [ Shaddad ]
Talmud'da, Kral Süleyman'ın tapınağı için düzelttiği Şamir adında önemli bir taşla ilgili bir efsane vardır. Şamir, Aaron tarafından Yüksek Rahip'in göğüs lüğündeki taşları kesmek için kullandığı majikal bir mücevherdir. Tapınağıçekiç sesi olmadan inşa etmesi emredilen Süleyman, taşları bildik yöntemlerle yonta madı, kayalardan istediği biçim ve büyüklükte taşları ayırt etmek için Şamir'i onların ya- nına koyarak bu işi başardı. Süleyman'ın çağırdığı elementsel varlıklar ona, Şed'lerin büyük Kralı Aşmedayi'nin istediği bilgiyi verebileceğini söyledi. Bunun üzerine Süleyman Aşmedayi'yi yakalaması için sadık generali Benaihu'yu gönderdi. General bu işi üzerine Tanrı'nın ismi yazılmış bir zincirle başardı. Süleyman, Aşmedayi'den Deniz'in Hakanı'nın Şamir'i vahşi bir horoza verdiğini öğrendi ve vakit kaybetmeden gidip taşı ondan aldı.Aşmedai Tapınak tamamlanana kadar Süleyman tarafından esir tutuldu, bu yüce ele mentsel işin bitiminde özgürlüğünü şu zeki yola başvurarak kazandı: Aşmedai'nin maji- kal güçlerini merak eden Süleyman ona sorular sormaya başlar. Şe lerin Kralı, Süleyman'a, eğer üzerindeki Tanrı'nın ismi yazan zinciri çıkarır ve eskiden giydiği yüzüğü ona verirse, doğaüstü güçlerini sergileyebileceğini söyler. Süleyman isteğini yerine geti rince, Kral'ı kapan Aşmedai onu dört yüz kilometre ötedeki bir ülkeye götürür ve Kral Süleyman'ın şekline büründükten sonra onun yerine geçerek İsrail'i yönetir. Bilge Süley man tahtını ancak birçok maceradan sonra kazanabilir. Aşmedai, kanatlarını açarak, ele mentsel alemdeki kendi tahtına yükselir .

The palace without entrance

According to one legend, while traveling magically, Solomon noticed a magnificent palace to which there appeared to be no entrance. He ordered the demons to climb to the roof and see if they could discover any living being within the building but the demons only found an eagle, which said that it was 700 years old, but that it had never seen an entrance. An elder brother of the eagle, 900 years old, was then found, but it also did not know the entrance. The eldest brother of these two birds, which was 1,300 years old, then declared it had been informed by its father that the door was on the west side, but that it had become hidden by sand drifted by the wind. Having discovered the entrance, Solomon found an idol inside that had in its mouth a silver tablet saying in Greek (a language not thought by modern scholars to have existed 1000 years before the time of Solomon) that the statue was of Shaddad, the son of 'Ad, and that it had reigned over a million cities, rode on a million horses, had under it a million vassals and slew a million warriors, yet it could not resist the angel of death.

Solomon's shamir
Page issues
In the Gemara, the shamir (Hebrew: שמיר) is a worm or a substance that had the power to cut through or disintegrate stone, iron and diamond. King Solomon is said to have used it in the building of the First Temple in Jerusalem in the place of cutting tools. For the building of the Temple, which promoted peace, it was inappropriate to use tools that could also cause war and bloodshed.[1]
Referenced throughout the Talmud and the Midrashim, the Shamir was reputed to have existed in the time of Moses. Moses reputedly used the Shamir to engrave the Hoshen (Priestly breastplate) stones that were inserted into the breastplate.[2] King Solomon, aware of the existence of the Shamir, but unaware of its location, commissioned a search that turned up a "grain of Shamir the size of a barley-corn".
Solomon's artisans reputedly used the Shamir in the construction of Solomon's Temple. The material to be worked, whether stone, wood or metal, was affected by being "shown to the Shamir." Following this line of logic (anything that can be 'shown' something must have eyes to see), early Rabbinical scholars described the Shamir almost as a living being. Other early sources, however, describe it as a green stone. For storage, the Shamir was meant to have been always wrapped in wool and stored in a container made of lead; any other vessel would burst and disintegrate under the Shamir's gaze. The Shamir was said to have been either lost or had lost its potency (along with the "dripping of the honeycomb") by the time of the destruction of the First Temple[3] at the hands of Nebuchadnezzar in 586 B.C.
Asmodeus Edit
According to the deutero-canonical Asmodeus legend, the shamir was given to Solomon as a gift from Asmodeus, the king of demons.[4][5]
Another version of the story holds that a captured Asmodeus told Solomon the Shamir was entrusted to the care of a woodcock. Solomon then sends his trusted aide Benaiah on a quest to retrieve it.[2]
Gemstones Edit
The shamir worm was also used by King Solomon to engrave gemstones. Apparently he also used the blood of the shamir worm to make carved jewels with a mystical seal or design. According to an interview with Dr. George Frederick Kunz, an expert in gemstone and jewelry lore, this led to the belief that gemstones so engraved would have magical virtues, and they often also ended up with their own powers or guardian angel associated with either the gem, or the specifically engraved gemstones.[6]
References Edit
^ Hersh Goldwurm (1990). Talmud Bavli: the Gemara : the classic Vilna edition Volume 3, Part 6, Book 2. The Gemara returns to the story of how Solomon acquired the shamir... [Solomon's servants] searched until they found the nest of a wild cock that had young,[...]
^ a b Ausubel, Nathan (1948). A Treasury of Jewish Folklore. Crown Publishers. pp. 449, 594. ISBN 0-517-50293-3.
^  W. B. L. B. (1901–1906). "Shamir". Jewish Encyclopedia S.
^ Shamah, Rabbi Moshe (2009). "Cutting Stones for the Temple, the Rambam and the Shamir" (PDF). SEPHARDIC INSTITUTE. p. 3. Retrieved 17 February 2010.
^ Louis Ginzberg (2007). The Legends of the Jews: Volume 4. p. 77. Asmodeus told Solomon that the shamir was given by God to the Angel of the Sea, and that Angel entrusted none with the shamir except the moor-hen, which had taken an oath to watch the shamir carefully.
^ “Gardens in Midair.” The Washington Post. August 4, 1895, page 20.

Shaddād (Arabic شدّاد) was believed to be the king of the lost Arabian city of Iram of the Pillars, an account of which is mentioned in Sura 89 of the Qur'an. Various sources suggest Shaddad was the son of Ad/Aad (عاد), the son of Shem (سام), the son of Noah (نوح).

His story is found in the 277th through 279th nights of the Tales of the Arabian Nights (The Book of One Thousand and One Nights).

Brothers Shaddīd (شديد) and Shaddād are said to have reigned in turn over the 1,000 Adite tribes, each consisting of several thousand men. It is said Shaddad brutally subdued all Arabia and Iraq. Many Arab writers tell of an expedition of Shaddād that caused the Canaanite migration, their settling in Syria, and the Shepherd invasion of Egypt.

According to the Quran, Iram of the Pillars was a city of occult worshippers of stone idols, who defied the warnings of the prophet Hud. To punish them, God sent a drought. But the people would not repent, so they were destroyed by a furious wind, from which only Hud and a few believers emerged.

İrem (Arapça: ارم), Kur'an'da Ahkâf adıyla anılan, Yemen ile Umman arasında bulunan, katlı evleri, muhteşem sarayları ve meşhur İrem bağlarıyla anılan bir şehirdir.
Bu şehrin adı Fecr suresinin 6 ve 8. ayetlerinde geçer ve Âd Kavmi'nin yaşadığı şehir olarak tanımlanır. Eski metinlerde şehir ve topluluk hakkında, hükümdarlarının Cennet'e benzetmek amacıyla bir bağ inşa ettirdiği ve bağa 'İrem Bağı' dendiği belirtilir. Kur'anda yazılanlara göre bu şehir ve Âd Kavmi ilahi cezaya uğratılmış ve yerle bir olmuştur. Kur'an'da İrem şehrinden 'beldeler içinde benzeri yaratılmamış ve yüksek binalarla dolu' şeklinde bahsedilir. Kur'an dışındaki kutsal kitaplarda bu şehirden ve halkından bahsedilmez.



Saba barajı. Saba’lıların teknolojik ve sanatsal dehalarını ve de gelişmişliklerini gösteren en önemli yapıt. Yemende Balq dağının tepesinde durup Saba vadisine bakınca hâlâ izleri görülmekte...Baraj 8. yüzyılda sulama amacıyla yapılmış. 1000 yıl boyunca görevini başarıyla tamamlamış... hayır sadece tarlaları sulama görevini değil; eşine ender rastlanır güzellikteki 2 bahçeyi sulama görevini... nam-ı diğer İrem bahçelerini... Baraj tam olarak Dhana vadisinde. Seller Nisan ve Ağusstos aylarında dağların tepelerinden bu vadiye akar ve takribii 72 km2lik bir alana yayılmış iki bahçeyi sulardı. 15m. yüksekliğinde ve 720m. uzunluğunda olduğu ve toplam 25.000 hektar toprağı suladığı varsayılıyor. Baraj duvarlarının kalınlığı ise 60m. 2000 yıl öncesiyle tarihlenen ilk baraj ise 55m. uzunluğunda ve 30 m. genişliğinde. Bu barajın gerçekte sanıldığından çok daha eskilere dayandığını Alman Arkeoloji Enstitüsü Jurgen Schmidt’in raporu ile ortaya çıkardı. Rapora göre yapay sulama Marib’de ilk kez: İÖ 3000’in ortalarında başlamış ve 2000 sonunda tam kapasite yaşama geçmişti.

“True Cross” miti. “Gerçek Haç” şeklinde tercüme edilebilir belki de. Batıda hayli yaygın olarak biliniyor ama bizlere yabancı. Mite göreAdem ölmeden önce Şit peygamberi cennete girip bir kez daha kendileri için yalvarmaya ikna eder. Böylece Cebrail ile karşılaşan Şit baş melekten bilgi meyvası ağacının bir dalını alır. Ağaç, Havva’dan beri kararmış ama Mikail insanın yeniden kurtulacağı müjdesini verince tekrar filizlenmiştir. Ama Şit dönmekte geç kalır, geldiğinde Adem’i ölmüş bulur. O da bu dalı bir anı olarak babasının mezarına diker. Ağaç büyür, Süleyman zamanında koca bir ağaç olur. Süleyman onu keser ve kullanmak ister ama başaramaz; çünkü ne yaparsa yapsın ağaç şekil değiştirmekte ve sürekli bir köprüye dönüşmektedir. Kraliçe Şeba ise öyle bir monoteisttir ki, bu köprüyü görünce hemen secde eder ve bizim Yahudi peygamberi Süleyman’ın anlayamadığını bir bakışta kavrayıp üzerine basmaz; yerine kutsal ağacı öper ve bunun İsa’nın çarmıha gerileceği ağaç olduğunun bilgisini veriverir (Mitin kimi versiyonlarına göreyse üzerinden geçerek ördek gibi perdeli ayağını iyileştirir).
 

Shaddād (Arabic شدّاد) was believed to be the king of the lost Arabian city of Iram of the Pillars, an account of which is mentioned in Sura 89 of the Qur'an. Various sources suggest Shaddad was the son of Ad/Aad (عاد), the son of Shem (سام), the son of Noah (نوح).
Iram of the Pillars (Arabic: إرَم ذات العماد, Iram ḏāt al-`imād), also called Aram, Iram, Irum, Irem, Erum, or the City of the tent poles is a reference to a lost city, a country or an area mentioned in the Quran.
The Quran (1,400 years ago) mentions Iram in connection with pillars [Qur'an: The Dawn 89:7]:[2]
The Quran, chapter 89 (Al-Fajr), verse 6 to 14:
“ 6: Have you not considered how your Lord dealt with 'Aad -

7: [With] Iram – who had lofty pillars, 8: The likes of whom had never been created in the lands 9: And [with] Thamud, who carved out the rocks in the valley? 10: And [with] Pharaoh, owner of the stakes? – 11: [All of] whom oppressed within the lands 12: And increased therein the corruption. 13: So your Lord poured upon them a scourge of punishment. 14: Indeed, your Lord is in observation.

— translated by error
There are several explanations for the reference to "Iram – who had lofty pillars". Some see this as a geographic location, either a city or an area, others as the name of a tribe. Those identifying it as a city have made various suggestions as to where or what city it was, ranging from Alexandria or Damascus to a city which actually moved or a city called Ubar.[3] As an area it has been identified with the biblical Aram, son of Shem and the biblical region known as Aram.[4] It has also been identified as a tribe, possibly the tribe of ʿĀd, with the pillars referring to tent pillars.[5]
"The identification of Wadi Rum with Iram and the tribe of ‘Ad, mentioned in the Qu’ran, has been proposed by scholars who have translated Thamudic and Nabataean inscriptions referring to both the place Iram and the tribes of ‘Ad and Thamud by name."[6]
According to some Islamic beliefs,[citation needed] King Shaddad defied the warnings of the prophet Hud and God smote the city, driving it into the sands, never to be seen again. The ruins of the city lie buried somewhere in the sands of the Rub' al-Khali. Iram became known to Western literature with the translation of The Book of One Thousand and One Nights.
Not :

Asmodeus


Asmodeus is a marid jinni, one of the Kings of Jinnestan and has seventy-two legions of jinn under his command but submits to Amoymon. Solomon had Ashmedai imprisoned in a jar, which was sealed with lead, stamped with the Seal of Solomon inscribed with God's name and cast into the sea. Hundreds of years later, the jar was recovered by a fisherman, who frees the marid (rebellious jinni) and hears his story. 
Derleme : Yavuz Tellioğlu